Türk Televizyon Tarihinin Unutulmaz Gizemi: Kavanozdaki Adam
1987 yılında, Faik Baysal’ın aynı isimli tiyatro metninden uyarlanan ve 5 bölüm halinde TRT’de yayınlanan bir mini dizi. Yönetmenliğini ve senaristliğini ise Mesut Uçakan üstlendi. Oldukça eski ve gölgede kalmış bir yapım olduğunu söylemek pek de zor değil. Yayınlandığı yıllarda, ”ilk Türk bilimkurgu dizisi” ve ”ilk Türk gerilim-psikoloji dizisi” olduğu yönünde benzetmeler yapıldı.
Televizyonda yayınlandığı süreçte insanlar, bu dizide bazı şeyleri hiç unutamadığından bahseder; özellikle dizinin gerilim öğesini diri tutan jenerik müziği birçok kişi tarafından çocukluk travması olarak yorumlanır. Fakat buna rağmen diziyi izlemeye yine de devam ederler. Dizinin açılış sekansı yine bir diğer ürkütücü buldukları noktadır. Karanlık bir odada ama daha çok boşlukta olduğunu söyleyebileceğimiz bir yerde, tek başına oturduğunu gördüğümüz, ilk başta bize bakıyormuş gibi görünen ama aslında karşısında bulunan heykeli seyreden bir adamın, portresini çizer bize. Dizinin ilerleyen bölümlerinden anlayacağımız üzere aslında bu heykel, karakterin kendisidir ve görülmeyen bir el tarafından parçalanır. Her bir yeni bölüm bu imge ile başlar. Bu noktada dizi, aslında bize neyi izlemekte olduğumuz konusunda fikir verir.
SEMİH ŞERİFOĞLU’NUN KAYIPLA MÜCADELESİ: YAS, ÖLÜM VE HAKİKAT
Dizinin konusu şu şekildedir: Ahmet Mekin tarafından canlandırılan Semih Şerifoğlu, oldukça tanınmış ve başarılı bir yazardır. Entelektüel, ince zevkleri olan, hassas, kibar ve görece makul bir insandır. İlk bölümün ilk dakikalarında yaşayacağı büyük kaybı düşünmezsek yaşamdan keyif alan ve hayat dolu olan bir adam gibi görülmekte. Oğlu ile yaptığı sabah koşusu sonrası, dinlenmek için oturdukları, deniz kenarındaki bir bankta yine bu coşku ile seyreder çevresini. Bu sırada oğlunun denize bakarak konuyu ölüme getirmesi ve ”sulara gömülmek” istediğini söylemesi onu rahatsız eder. Denizle iç içe olunan böylesine dingin bir ana ölümü yakıştıramaz ve eve dönmek ister. Dönüş yolunda oğlu, kim olduklarını bilmediğimiz ve dizi boyunca da öğrenemediğimiz kişiler tarafından planlı bir şekilde, vurularak öldürülür. Sonrasında bu ölümün, ”anarşist” kişiler tarafından planlandığı açıklanır ki, bu pek de önemli değildir aslında. Bizi, Semih’in yaşadığı kayıp sonucunda bir türlü içinden çıkamadığı yası, acıları ile baş edememesi, ölüm ve hakikat ile kurduğu ilişki ilgilendiriyor.
Semih Şerifoğlu’nun eşi İnci rolü, Nevra Serezli tarafından canlandırılıyor. İnci, bir heykeltıraş. Onu sık sık evdeki atölyesinde heykeller yaparken görüyoruz. Evin birçok yerinde yapmış olduğu heykeller yer alır. Bunlardan biri de salonun orta yerinde duran oğulları Ümit’in büstü. İnci, kocasının aksine bu ölümü kabul etmiş gibi görünür. Kaybettiği oğul yerine, bir heykel koyarak yaşamına devam etmeye çalışır. Aynı çaba ve metaneti Semih’ten de bekler. Kocası gibi ölümün felsefi boyutu üzerine kafa yormayı veya odalara kapanıp durmayı istemez, atıl durumda olmayı reddeder. Semih’ten beklediği şeyler, kitaplarını yazmaya devam etmesi, mümkünse bir gazetenin başyazarı olması ve bu yolla politikaya girmesidir. Semih ise bunların hiçbiri ile ilgilenmemektedir. Kendini zorlayarak yeniden yazı yazmaya başlar, ”barış, sevgi ve adalet” üzerine yeni bir kitap çıkarır. Yeni eseri dolayısıyla ödül aldığı bir basın toplantısında, kendisine o sıralar gündemi çokça meşgul eden bir konuda fikri sorulur. Beyin nakli.
DR. KENAN AKSAL VE BEYİN NAKLİ: BİLİMİN SINIRLARI VE ETİK SORUNLAR x Kavanozdaki adam
Dizinin bu kısmında Metin Serezli tarafından canlandırılan, bilim insanı Kenan Aksal karşımıza çıkıyor. Eş zamanlı olarak Kenan ile Semih’i izleriz. Kenan, kendinden emin, idealist ve hırslı bir beyin cerrahıdır. Henüz yapılmamış bir şeyin peşine düşer. Kobaylar ile yaptığı çalışmalardan hareketle insanlar için de beyin naklinin mümkün olduğuna inanır. Bu o sırada sadece Türkiye için değil dünya için de bir ilktir ve tüm gözler onun üzerindedir. Bir doktor olarak da tüm mesaisini bu alana harcar, yıkılmış bir evliliği ve bağlantı kuramadığı çocukları vardır. İlerleyen bölümlerde meselenin, yalnızca tıp dünyası adına yeni bir buluş ortaya koymaktan çok Kenan’ın saplantıları ile ilgili olduğunu görürüz.
Beyin naklini sadece teknik boyutları ile değerlendirir ve ameliyatın başarılı geçmesine odaklanır. Ancak hastanın sonraki yaşam tecrübesini, yaşayabileceği kimlik problemlerini ve ”ortaya çıkacak insanın hangi çevreye ait olduğu” meselesine kafa yormaz. Dizi, sorusunu da yöneltmiş olur böylece. Bizi biz yapan şey nedir?
Doktor Kenan’ın bu yaklaşımı onu kendi oğlu ile de karşı karşıya getirir. Kendisine en sert ithamları yine oğlu yöneltir. Onu, ”insan kasabı” olmakla, bir ”canavar” yaratmakla ve ”doktor Frankenstein” olmakla suçlar. Beyin nakli üzerinden dönen bu tartışma sadece ”üst sınıf” diyebileceğimiz bir kesimle sınırla kalmaz. Dizinin bana göre en dikkat çeken yönlerinden biri de sürekli etrafta gördüğümüz kameralar ve kişilere yöneltilen mikrofonlar. Aynı derinlik içerisinde olmasa da tüm Türkiye’nin bu mesele ile çalkalandığını görüyoruz. Kahvehaneler, kadınların çay saatleri, gençlerin ev buluşmaları. Her yerde ya bir radyo ya da bir televizyon açıktır ve konuşulan tek konu da beyin naklidir.
Bu sırada dizinin seyri açısından kritik bir an yaşanır. Semih Şerifoğlu, uzun süredir devam eden baş ağrılarına artık dayanamadığı bir noktada, eşinin ısrarları ile doktora gitmeyi kabul eder. Beyninde bir tümör olduğunu ve müdahale etmek için çok geç kalındığını öğreniriz. Bu olay Doktor Kenan’ın aradığı fırsattır!